24 Ağustos 2011 Çarşamba

ACABA...

Acaba o hep bahsedilen "yalan makinesi" doğru sonuçlar verir mi?
Filmlerde görmeye alıştığımız, insanın yalan söyleyip söylemediğini kalp atışlarından, vücut ısısından, terlemesinden ve bu gibi fizyolojik değişiklikleri izleyerek anlayan yalan makinesi de şehir efsanesi çıktı.
Yapılan araştırmalar, bu tarz fizyolojik değişikliklerin kişiden kişiye değiştiğini gösteriyor. Yani doğruyu söyleyen biri de yalan makinesine oturduğunda heyecanlı olduğu için terleyebilir ve kalp atışları hızlanabi lir.
Bugüne kadar bir çoğumuzun sahip olduğu "insan hafızası video kamera gibi çalışır" düşüncesi gerçek mi? İnsan hafızası önemli olaylan fotoğraf gibi kaydediyor. Fakat aradan uzun yıllar geçtikten sonra olaylar tekrar hatırlandığında hafıza zarar görmüş oluyor. Yani video kamera gibi her şey aynı kalmıyor. Psikologlar hemen hemen insan beyninin "yeniden üreten" değil fakat "yeniden inşa" edici olduğu konusunda hem fikirler.
"Öfkeyi içinde tutmaktansa ifade etmek daha doğrudur"
Araştırmalar gösteriyor ki, öfkeden kurtulmak için bağırmak, duvarı ya da benzer bir şeyi yumruklamak öfkeyi azaltmayıp, aksine arttırıyor. Mesela Amerikan Futbolu gibi sert sporlar oynayan futbolcuların daha öfkeli olduğu tespit edildi. Öfkeyi açığa çıkarmak sadece sonunda sorunun kaynağına doğrudan çözüm getiren zamanlarda etkili oluyor. Onun dışında sizi daha da sinirlendirmekten başka bir işe yaramıyor.
"Düşük seviyede kendine saygı ana psikolojik sorunlardan biridir"
Roy Baumeister ve arkadaşları yaptıkları taramalar sonucunda pek çok araştırmanın bu ifadeyi yanlışladığını buldular. Tespitlere göre kendine az saygısı olan bireylerin insanlar arası ilişkilerinde bu durum önemli bir probleme neden olmuyor. Alkol ve uyuşturucu kullanımıyla da çok az ilgisi bulunuyor. Ayrıca kendine saygının okul performansına olumlu bir şekilde yansıdığını tespit ettiler. Başarılı öğrencilerin kendine olan saygıları artıyor. En önemlisi düşük seviyede kendine saygının depresyonla bir ilgisinin bulunmadığı ortaya çıktı.
"Dolunay, suça eğilimi ve çıldırma vakalarını artırır" yani her dolunay çıktığında insanlar "kurt adamamı" dönüyor? Latincesi "luna" olan ayın dolunay evresine geçmesinin insanlarda çılgınlık yarattığı düşünülür. İngilizce'de çılgınlık ya da delilik anlamına gelen sözcük ise "lunatic" tir; yani, ay kelimesinden türetilmiştir. Konuyla alakalı popüler kültürde yer alan korku filmleri ve kitaplarda insanlarda bu görüşün yer etmesine neden olmuştur. Ancak, gerçekte dolunay ile delilik arasında hiçbir bağlantı yoktur.
"Zıt kutuplar birbirini çeker"

Kişiler arasındaki ilişkiler "uçlar" birbirini çekmiyor. Onlarca araştırma ortaya koyuyor ki, insanlar kendileriyle benzer karakterdeki insanlarla birlikte takılmayı tercih ediyor, kendilerinden farklı eğilimleri olan insanlardan uzak duruyor. Doğru yaklaşım "benzer uçlar, benzer uçları" çeker olmalı.
"Klasik müzik dinlemek zihni açar"
Klasik müzik eserlerini dinlemek zekayı arttırmıyor. Klasik müzik eserlerini dinleyenlerin test sonuçları, hiçbir şey dinlemeyenlere göre daha iyi; ancak herhangi bir uyarıcının olması zaten kişiyi daha başarılı kılıyor.
"Beynimizin sadece % 10'nunu kullanıyoruz" Peki kalan o %90 lık kısım ne yapıyor? Beyinde "sessiz bölge" olarak anılan ve "ortalama bir insan beyninin sadece % 10'nunu kullanıyor" cümlesine gerekçe olan kısım sanıldığı kadar büyük değil. Araştırmalar gösteriyor ki, sessiz kısım son derece küçük. Ayrıca bilim adamları daha önce de konuşma ve duyma duyuları için çok önemli olan bir beyin bölgesine de "sessiz bölge" demişlerdi. Bunun bugün böyle olmadığı biliniyor.

Uygar SALMAN 
Psikolog


Grip, solunum yollarında yerleşen Influenza virüslerinin neden olduğu, yüksek ateş, yaygın kas ağrıları ve kırgınlık ile seyreden; toplumda aynı anda bir çok kişiyi hastalandırıp çok sayıda ölümlere yol açan, kış mevsiminde salgınlar yapan bulaşıcı bir hastalıktır. Benzer şikâyetlerin olduğu ancak hastalığın daha hafif seyrettiği ve genellikle ayakta atlatılan nezle ve soğuk algınlığından farklı olarak grip, dünya çapında büyük salgınlara, toplu ölümlere yol açabilen ağır bir hastalıktır.
Okullar, yurtlar, kışlalar, kahvehaneler, huzur evleri gibi kalabalık ve topluca yaşanan ortamlar hastalığın yayılmasında önemli rol oynar. Özellikle ağız ve burun akıntılarının bulaştığı ellerin temizlenmesi, öksürüp aksırırken ağız ve burunun damlacıklar çevreye sıçramayacak şekilde kapatılması hastalığın bulaşmasını azaltmaktadır.
Düzensiz yaşam, sigara, alkol alımı, soğuk maruziyeti hastalığa yakalanma riskini artırmaktadır. Bebekler, yaşlılar, kalp hastalığı, astım, kronik bronşit, şeker hastalığı, böbrek yetmezliği gibi kronik hastalığı olanlar risk grubudur. Bu kişiler hem hastalığa daha kolay yakalanırlar hem de hastalık bunlarda daha ağır ve ölümcül seyredebilir. Yaşlı ve kronik hastalığı olanlar grip olduklarında zeminde var olan hastalığın belirtilerinde bir alevlenme ve almakta olduğu tedaviye rağmen hastalığın kontrolden çıkması sık görülen bir durumdur.

Hastalık bulaşmayı takiben 1-3 günde üşüme, titreme, ateş, halsizlik, kırgınlık, iştahsızlık, boğaz ve baş ağnsı, yaygın kas ve eklem ağrıları, bulantı, genizde dolgunluk ve akıntı, gözlerde yanma kızarıklık, burun akıntısı gibi belirtilerle ortaya çıkar. Bulantı, kusma görülebilir. Bu belirtiler ortaya çıktığında öncelikle bir hekim tarafından değerlendirilmesi uygun olur. Özellikle yaşlılar, kalp, akciğer, böbrek ve şeker hastaları ve vücut dircncini bozan diğer kronik hastalığı olanlar ise grip belirtileri başlar başlamaz hekime başvurmalıdırlar.
Gribal hastalık durumunda istirahat edilmesi, bol sıvı alınması, ağrı kesici ve ateş düşürücüler ile solunum yolu sekresyonlarını ve irritasyonunu giderici ilaçların kullanılmasıyla yakınmaların kontrolü mümkündür. İstirahat çok önemlidir. Bu hem hastanın daha kısa zamanda iyileşmesini ve tehlikeli, ölümcül komplikasyondan korunmasını temin eder; hem de etrafına hastalığı yaymasını önler. Gripten korunmak için düzenli yaşamak, uyku ve dengeli beslenmemizi ihmal etmemek gerekmektedir.


Dr. Perihan ALKAN
STRESLE BAŞAÇIKMAK İÇİN BAZI ÖNERİLER


DÜŞÜNME TARZINIZI DEĞİŞTİRİN Kendimizi nasıl hissettiğimiz ve duygularımız, hayata nasıl baktığımıza bağlıdır. İnsanın düşünme tarzını ya da inanışlarını, bunların yanlış olduğunu bilseniz de, yanlış da olsa değiştirmesi, uzun bir süreçtir. Hayatımızı yönlendirecek olan düşünce tarzını, hayatın içinden çekip çıkarmayı öğrenmeliyiz. DERİN BİR NEFES ALIN Stres çoğu zaman derin derin nefes almanızı engeller. Derin nefes alamamak, kanınıza az oksijen gitmesine sebep olur ve bu da kas gerginliğine yol açar. Kendinizi gergin hissettiğinizde 1 dakika boyunca derin derin nefes alın. Nefesi burnunuzdan alıp ağzınızdan verin. ZAMANINIZI İYİ KULLANIN Stresin en önemli kaynaklarından biri, pek çok şeyi aynı anda yapmaya çalışmak ve zamanı etkin planlayamamaktır. Yapacaklarınızı mutlaka planlayın. Rahat takip edebileceğiniz gerçekçi bir plan yapın ve bu planda stresle başa çıkmak için harcadığınız zamanı da kaydedin. SOSYAL ORTAMLARDA BULUNUN Sosyal etkinliklerinizi ve arkadaş çevrenizi genişletin. Sevdiğiniz insanlarla birlikte olun. İYİ VAKİT GEÇİRMEYİ BİLİN Yaşamın baskısından kurtulup, eğlenmeye de ihtiyacımız vardır. Kendinize, eğlenip, keyif alabileceğiniz ortamlar yaratın. KONUŞUN Duygulannızı ifade edin. İfade edilmeden birikmiş duygular hayal kırıklığı ve stres yaratır. Güvendiğiniz arkadaşlarınıza, ailenize ya da hocalarınıza duygularınızı anlatın. GERGİN HİSSETTİĞİNİZDE BİR DAKİKA DURUN her ne yapıyorsanız onu bırakın ve bir dakikalığına kendinizi o gergin anınızda, olmak istediğiniz, sevdiğiniz, sizi rahatlatacak bir yerde hayal edin. FİZİKSEL RAHATLIĞINIZA ÖZEN GÖSTERİN rahat giysileri ve rahatlatıcı ortamları tercih edin. HAREKET EDİN Fiziksel aktivitenizi arttınn. Fiziksel aktivite stresi önlemede ve azaltmada çok etkilidir. Sevdiğiniz egzersizleri ve sporları sürekli ve düzenli olarak yapın. SAĞLIĞINIZA DİKKAT EDİN İyi beslenin, iyi uyuyun, yeterince dinlenin. Gerçekten hoşlandığınız ve düzenli olarak yapabileceğiniz bir spor yapın, ya da kendinize seveceğiniz bir egzersiz programı hazırlayın. SINIRLARINIZI BİLİN En önemli stres kaynaklarından biri, kişinin aslında kontrol edemeyeceği kişi ya da olayları kontrol etmek istemesidir. Stresli bir durumda karşılaştığınızda "Bu benim çözmem gereken bir sorun mu" diye düşünün ve eğer cevap hayır ise, hemen o olaydan uzaklasın. GERÇEKÇİ HEDEFLER BELİRLEYİN Pek çoğumuz kendimiz için pek gerçekçi olmayan, mükemmeliyetçi hedefler belirleriz. Hiç kimse mükemmel olamayacağı için, aslında ne kadar başarılı olursak olalım, kendimizi yine de başarısız hissedebiliriz. Bunun için kendinize, başarabileceğiniz hedefler belirleyin. HEP HAKLI OLAMAZSINIZ İşler sizin istediğiniz gibi gitmeyebilir Yardımlaşmayı ve yan yana olmayı, karşı karşıya olmaya tercih edin. Karşılıklı özveri ve alttan almalar daha sorunsuz ilişkiler geliştirmenizi sağlar. Başkalarına karşı anlayışlı olmazsanız, bu sizde hayal kırıklığı ve öfkeye sebep olur. Başkalarını eleştirmekten kaçının. GEREKSİZ REKABETTEN KAÇININ Hayatta zaten kaçıramadığımız pek çok alanda rekabet duygusunu yaşarız. Ancak hayatın her alanında kazanmak için kendinizi zorlamanız, sizde gereksiz gerginliğe ve saldırganlaşmanıza neden olur. AĞLAMAKTAN ÇEKİNMEYİN Ağlamak istediğinizde ağlamak sağlıklıdır. Eğer içinizden geliyorsa ağlayın, içinizde tutmayın. ETRAFINIZDAKİ GÜZEL ŞEYLERİ GÖRÜN Stres altında olduğumuzda olumsuz düşünme ihtimalimiz daha yüksektir. Siz yine de etrafınızdaki küçük güzellikleri ve mutlulukları görmeye çalışın.




Su ve besinler biyolojik varlıklar için hayati önem taşımaktadır. İnsan vücudunun yaklaşık %70'i ni oluşturan ve hayati önem taşıyan suya, bazı mikroorganizmaların karışması hastalığa neden olabilmektedir. Bütün dün¬yada olduğu gibi ülkemizde de su ve besinlerle bulaşan hastalıklar önemli halk sağlığı sorunları arasında yer almakta ve görüldükleri yerde önemli salgınlara yol açmaktadırlar. Salgınlardan dolayı ülke ekonomisinde de önemli kayıplara yol açarak iş ve iş gücü kayıplarına, okul devamsızlıklarına yol açmaktadır.
Seyahatlerin artması, insanların demografik ve davranış özellikleri ile ekolojik değişimler, su ve besinlerle bulaşan enfeksiyonların yaygınlaşmasında etkili olmaktadır. Bu hastalıklar, genellikle dışkı ağız yoluyla bulaşır. Dışkı ile kirlenmiş su ve besinler sağlam insan lan hasta eder.
Hijyen koşullarının kötü olduğu, kişilerin temizlik alışkanlığının az olduğu, kirli sular, açık tuvaletler, açıkta satılan yiyeceklerin ve sinek, böcek, fare gibi canlıların çok olduğu yerlerde sık görülürler. Bu yolla bulaşan hastalıklar; tifo, sanlık, dizanteri, kolera, birçok parazitik hastalıklar ve besin zehirlenmeleridir.
Su ve besinlerle bulaşan hastalıklardan korunma amacıyla dikkat edilmesi gereken temel kurallar:
* Eller bol su ve sabunla sık sık yıkanmalıdır.
* Sağlıklı ve yeterli su temin edilmelidir.Temiz olduğundan emin olunmayan sular kaynatılarak kullanılmalıdır.
* Tuvaletlerin temiz tutulması sağlanmalı, mutlaka su ve sabun bulundurulmalıdır. Yerlerin, tuvaletlerin vs temizliğinde çamaşır suyu kullanılması (1 ölçü çamaşır suyu ile 9 ölçü suyun karıştırılması ile elde edilen karışımla temizlenmesi) hastalıkların bulaşmasını önemli ölçüde azaltacaktır.
* Karasineklerle mücadele için evde çöpler kapalı kovalarda biriktirilmelidir.
* Çiğ yenmesi gereken sebze ve meyveler, temiz su ile yıkandıktan sonra yenmelidir.
* Pişirilerek yenen yiyecekler güvenli bir şekilde hazırlanmalı, açıkta bekletilmemeli, tüketilememişse uygun saklama koşullarına dikkat edilerek saklanmalıdır.
* Açıkta satılan yiyeceklerin yenmemesi gereklidir.
* Konserve olarak tüketilecek gıdaların ambalajında bombaj, ezik olmamasına dikkat edilmelidir
* Son kullanma tarihi geçmiş hiçbir yiyeceğin tüketilmemesi gereklidir.
* Bebekler anne sütü ile beslenmelidir.
* Kişide karın ağrısı, ishal ve kusma belirtileri ortaya çıkarsa hekime başvurmalıdır.


Dr. Perihan ALKAN

DİKKAT EKSİKLİĞİ - HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU (DEHB)


Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, benzer bir gelişim düzeyindeki bireylerde gözlenene kıyasla daha sık ve şiddetli seyreden kalıcı ve sürekli bir dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite ile tanımlanan tıbbi bir hastalıktır.
DEHB oluşumunda genetik, çevresel, biyolojik faktörler (kurşun-sigara ve alkol gibi zehirli maddelere maruz kalma) rol oynamaktadır. DEHB oluşu¬munda genetiğin rolü % 80-90 dolaylarındadır. Sanıldığının aksine anne-baba- nın çocuğuna hatalı davranması gibi nedenlerle DEHB oluşmaz; anne-baba- mn hatalı tutumları DEHB belirtilerinde artışa veya DEHB'ye başka psikiyatrik sorunlann eklenmesine yol açabilir. Kişiye aktarılan genetik miras onun ileride DEHB olup olmayacağı konusunda en önemli belirleyicidir. Ancak annenin gebelikte sigara, kurşun gibi bazı zehirli maddelere maruz kalması DEHB'nin ortaya çıkmasında önemli bir etkendir.
DEHB olan kişilerin dikkati toparlama, sakin durma ve dürtülerini kontrol etme zorluklan vardır. Çok çabuk sıkılabilirler, sürekli olarak huzursuz ve öfkeli halleri vardır. Okul, ev ve arkadaş ortamında bu sürekli yıkıcı davranışlar her tür aktiviteye katılmalarını engeller. Bu belirtiler sonucunda, DEHB olan çocuklar ve ergenler okulda istenilenleri tam yapamazlar ve normal ya da normalin üzerindeki zekalarına rağmen çoğunlukla başarısızdırlar. Ayrıca, DEHB olan kişilerin çoğunluğu arkadaş edinemez ve arkadaşlıklarını sürdüre¬mez; bu nedenle de kendilerini sıklıkla yalnız ve yanlış anlaşılmış hissederler.
Çocukla dikkat kusuru özellikle eğitim hayatının başlamasıyla belirgin «fc hale gelir. Okul öncesi dönemde de her
şeyden çabuk sıkılan ve bıkan bu HB çocuklar, oyuncaklardan dahi sıkılıp kısa
MHJ bir süre sonra onları parçalamayı tercih
ederler. Okulun başlamasıyla birlikte 1 f öğrenmeye karşı ilgisizdirler. Ödev yapmayı sevmez, anne/baba ve öğretmenin zoruyla ödev yaparlar. Ödevleri yapmakta hayli zorlanırlar. Masanın başına oturamaz, otursalar dahi çeşitli bahaneler uydurarak (tuvalete gitme, su içme gibi) sık sık masa başından kalkarlar. Anne /babayı ders çalışırken sürekli yanlarında isterler. Üzerine aldıkları bir işi sürekli bitirmekte zorlanır, bir işi bitirmeden hemen diğerine geçerler. Kendileriyle konuşulduğunda sanki konuşanı dinlemiyormuş görüntüsü verirler. Bir komutu birkaç defa söyledikten sonra yerine getirirler.

DEHB BOZUKLUĞU OLAN ÇOCUKLARIN AİLELERİNE ÖNERİLER



   Çocuğunuza yapmaması gereken davranışı söylemekten çok,yapması gereken davranışı söyleyin ve yapın. Nasıl davranması konusunda çocuğunuza model olun.  Kendi başına güzelce giyinmek,kapıyı yavaş örtmek gibi küçük davranışları yaptığı zaman bile çocuğunuzu ödüllendirin.  Övgüyle,güzel cümlelerle,gülümseyerek onları ödüllendirin. Ancak aşırıya kaçmayın. Bu çocuklar, gerçek övgüyle sahteövgüyü ayırabilecek özelliktedir. Sarılarak,dokunarak,okşayarak onu sevin. Birlikte oynadığınız bazı oyunları fiziksel temas gerektirenlerden seçebilirsiniz.  Çocuğunuzu sadece iyi not aldığında değil, ödevini yapmaya gayret ettiğinde de ödüllendirin. Basit ve kısa talimatlar vermeye çalışın. Zor işler için aynı anda bir veya en fazla iki tane talimat verin.

    DEHB 'li çocukları susturmak ya da sakinleştirmek için aileler tutamayacağı sözler verirler. Söz verecekseniz,mutlaka yapabileceğiniz şeyler için söz verin.
     Çocuğunuza uygun zamanlarda evde yapabilecekleri işler konusunda sorumluluklar verin .Aşırı koruyucu tutum takınarak sorumluluk almasını engellemeyin.
Bir şeyleri paylaşmak için çocuklarınıza zaman ayırmaya gayret edin. Onlara ve onlarla birlikte eğlenceli hikayeler okuyun;soru sormaları,hikayeyi tartışmaları,hikayeyi anlatmaları için onlara cesaret verin.
   Çocuğunuza talimat verirken,bunu bağırarak yapmayın. Bu durumda çocuğunuz talimatın anlamından çok ,sesinizin yüksekliğine odaklanacaktır.
   Dikkatini yoğunlaştıracak oyunlar oynayın. Örneğin aile albümünüzü birlikte inceleyin ve hoşlandığı bir fotoğrafı ayırın. Bu fotoğrafa bir süre bakmasını sağlayın. Daha sonra bu fotoğrafı kapatıp, ona bu fotoğrafla ilgili sorular sorun.
 Çocuğunuzun nelere ilgi duyduğunu araştırın. Onların bir listesini yapın. İlgi duyduğu konularla akademik konuları birleştirmeye çalışın.
 Aile toplantıları düzenleyerek yakın akrabalarınızla evde ya da dışarıda toplanın. DEHB'li çocuklar tanıdıkları insanlar yanında daha az kaygı duyarlar. Doğru tanı konulması halinde DEHB semptomları tedavi ve kontrol edilebilir. DEHB'nin semptomlarının anlaşılması tedaviye yardımcı olacaktır.



Uygar SALMAN

Psikolog







İki üç saat aralıklarla az ve sık beslenmek fazla acıkmayı önler, metabolizmanızın daha hızlı çalışmasını sağlar.
Sizce şişman mısınız ya da hafif kilolu yoksa çok mu zayıfsınız?

Sağlığımızı korumak ve iyileştirmek için vücudumuzu ideal kilosunda tutmak ve doğru beslenmek önemlidir. Sağlıklı kilo her zaman zayıf olmak ve sadece ince belli olmak anlamına gelmez. Basit bir hesaplama i lc ideal kilomuzu öğrenebiliriz. Beden kitle indeksi (BKİ), toplumda şişmanlık düzeyinin saptanması için kullanılan en pratik yöntemlerden birisi olarak kabul edilmektedir. BKİ, vücut ağırlığının boy uzunluğunun karesine bölünmesiyle elde edilir (kg/cm2). Bu hesaplama yapıldı¬ğında çıkan aralık bize kilomuz hakkındaki gerçekleri gösterir.

Pratik olarak Beden Kitle indeksinin değerlendirilmesi
Grafiğin yatay ekseninden ağırlığınızı bulun. Yukarıdan aşağıya doğru işaretleyerek sağda yer alan boy uzunluğunuza ulaşın. Kesişen noktada BKİ değerine göre hangi vücut ağırlığı grubunda olduğunuzu okuyun.
Zayıf: BKI<18.5 olmasıdır. Daha fazla besin tüketilmeli, yeterli ve dengeli beslenme sağlanmalıdır.
Sağlıklı Ağırlık (Normal): BKİ 18.5-25.0 arasında olmasıdır. Yeterli ve dengeli beslenmenin göstergesidir. Ancak besin seçiminin sağlıklı olması denetlenmelidir. Değerin alt sınırında olduğu durumlarda dikkatli olunmalıdır.
Kilolu, Toplu, Hafif şişman: BKİ' nin 25 ile 30 arasında olmasıdır. Sağlıklı yaşam için vücut ağırlığının normal değerlere inmesi önem taşır.
Şişman: BKİ'nin 30-40 arasında olmasıdır. Şişmanlık kronik hastalıkların erken dönemde görülmesi ve hastalık derecesinin artmasında önemli bir risk faktörüdür. Bu nedenle, bu grupta yer alan kişilerin ağırlık kaybetmeleri gerekir. Hekim ve diyetisyene başvurmalıdır. Hızlı verilen kilolar hızla geri alınır. Kaybedilen ağırlığın kalıcı olması için ağırlık kaybının çok yavaş olması gerekir. Bunun için de diyet, egzersiz ve davranış tedavisi üçlüsünden oluşan bir tedavi programı uygulanmalıdır.
Aşırı Şişman: BK1>40 ve üzerinde olmasıdır. Sağlık durumu ciddi düzeyde olumsuz etkilenir. Zayıflama, hekim ve diyetisyen denetiminde yapılmalıdır.
SAĞLIKLI KİLOYA ULAŞMANIN PÜF NOKTALARI
*Sürekli aynı tür besinlerle beslenmekten kaçının. Besin gruplarımız et, süt, sebze, meyve ve tahıldır. Bir öğünde her besin grubundan en az bir porsiyon tüketmeye dikkat edin.
*Bir öğün patlıcan yemeği tükettiyseniz diğer öğünde balık tüketin, et yemeği tükettiyseniz sonraki öğün kurubaklagil grubunu tercih edin ve öğünlerinizde salata bulundurmaya özen gösterin. Böylece doğada bulunan elliden fazla besin öğesinden yeterince faydalanmış olursunuz.
*İki üç saat aralıklarla az ve sık beslenmek fazla acıkmayı önler, metabolizmanın daha hızlı çalışmasını sağlar. *Besinleri 8-12 kez çiğnemek, daha az miktar ile doymayı sağlar ve besin öğelerinden vücudun daha fazla yararlanmasına yardımcı olur.
*Diyette yağı azaltmak için, yemek pişirirken kullandığınız yağ miktarını azaltın. Örneğin; dört kişilik aile için hazırlanan sebze yemeğine bir çorba kaşığı sıvı yağ yeterlidir. Et yemeklerinde hiç yağ kullanmayın. Mayonez, cips, hazır kremalar, pastalardan uzak durun. Kırmızı et yerine balık veya derisinden ayrılmış tavuk eti tercih edin. Sebze meyve tüketimini her gün en az ikişer porsiyon tüketecek kadar arttınn, kurubaklagil ve tahıl grubu besinleri en az haftada ikişer defa tüketin.
Uzun sürede edinilmiş alışkanlıkları değiştirmek elbette bir anda olmaz, zaman alır.

Sağlığımız için yaptığımız küçük değişiklikler bizi çoğu zaman büyük hastalıklardan korur.
Sağlığımızın kıymetini bilelim.


Büşra ÇELİK

Diyetisyen
          


■ Tek bir dakika içerisinde 1025 cm küplük havayı içimize
çeker 4 kilograma yakın kanı vücudumuz içinde devrederiz.


■ Parmak izleri gibi dil izleri de her insan için farklıdır.


■ Ortalama bir insanın kemiklerinin içindeki kanalların boyu toplam 80 kilometreyi bulur.


■ Normal bir insan vücudunda bulunan elektrik, 25 Wattlık bir lambayı dakikalarcayakabilir.


■ İnsan vücudunun en ağır organı, yaklaşık 3.2 kilo ile deridir.


■ İnsan vücudundaki en küçük kemik kulakta bulunur.


■ Karıncalaruyuyamaz.


■ Kutup ayıları solaktır.


■ Yunuslarbir gözü açık uyurlar.


■ Baykuş mavi rengi görebilen tek kuştur.


■ Kirpiler suda batmaz.

Fenilketonüri, toplumumuzda yeterince bilinmemekte ve tedavi edilmediği taktirde çocuğun ömür boyu özürlü kalmasına sebep olabilmektedir. Bu hastalıkla doğan bebekler tedavi edilmediğinde, kanda ve dokularda biriken fenilalanin, çocuğun gelişmekte olan beynini harab eder ve ileri derecede zeka geriliği gelişmesine, sinir sistemini ilgilendiren daha bir çok belirtilerin ortaya çıkmasına neden olur.Türkiye fenilketo¬nüri hast^ığının en sık görüldüğü ülkeler¬den biridir. Türkiye'de her 100 kişiden 4 ü bu hastalık açısından taşıyıcı durumun¬dadır ve her 5000 bebekten birinde fenilketonüri görülmektedir. Fenilketonüri hastalığı ile doğan bebeğin, beyni etkilenmeden, erken olarak tanın¬ması çok önemlidir. Bu amaçla geliştiril¬miş, heryenidoğan çocuğa uygulanabilen bir tarama testi vardır. Hasta bebek ha¬yatın ilk günlerinde tanındığında uygun diyettedavisi ile zekâ geriliği önlenebildiği için gelişmiş ülkelerde tüm yenidoğanla- rın fenilketonüri yönünden taranması zo¬runluluğu vardır. Yapılan tarama sonucu sadece tanı alan veya fenilalanin düzeyi yüksek bulunan bebeklerin ailelerine sağ¬lık müdürlüğü tarafından ulaşılmaktadır. Hayatın ilk bir kaç ayı içerisinde fenilketo¬nüri hastalığı olan bebekler sağlıklı bebeklerden ayırt edilemez. Fenilketo- nürili çocuklarda 5-6 aylardan sonra zekadaki gerileme belirgin hale gelir. Akranlarından farklı olarak oturma, yürüme ve konuşma gibi becerileri kazanamazlar. Ayrıca kusma, aşırı el, kol, baş hareketleri, havale nöbetleri, ciltte döküntüler, idrar ve terin küf gibi kokması hastalığın önemli belirtilerindendir. Has¬talık taşıyıcısında hiçbir belirti görülmez. Tedavisi gıdalar ile alınan fenilalanin miktarını azaltarak kan fenilalanin düze¬yini normal sınırlar içinde tutmaktır. Diyet tedavisi yaşam boyu devam etmektedir. Yenidoğan döneminde diyet tedavisi başlanmış fenilketonürili hastalar, yetişkin olduklarında diyeti bırakırlarsa algılamada güçlük, dikkat azalması gelişmektedir,

Dr. Selma AYDIN FELEK

17 Ağustos 2011 Çarşamba


Ramazan Metabolizması
       Toplumumuzda dini bir vecibeyi yerine getirmek için tutulan Ramazan ayı orucu beslenme düzeninin değişmesi açısından da önem taşımaktadır. Ramazan ayı, sindirim sisteminin özellikle midenin dinlendirilmesi için bir fırsat ancak öğün sayısının ikiye indirilmesi sebebiyle kilo alma riski konusunda dikkat edilmesi gereken bir aydır. Özellikle yağlı yemeklerin ve hamur işi tatlıların tüketiminin artması buna karşılık başta su olmak üzere, sebze ve meyve tüketimi azalması kilo alma riskini artırmakta ve sindirim sistemi problemlerine neden olabilmektedir, hâlbuki bu dönemde günlük alınması gereken enerji ve besin öğelerinin oranları değişmemektedir. Ramazan orucunun yaz aylarına gelmesiyle uzayan açlık süresinin sağlık problemlerine yol açmaması için beslenme konusunda dikkat edilmesi gereken önemli noktalar unutulmamalıdır.Öğün sayısının azalmasıyla yavaşlayan metabolizma hızını uyarmak için İftara peynir, zeytin gibi kahvaltılıklar veya çorba gibi hafif yemeklerle başlanılması, 10-15 dakika sonra az yağlı et yemeği, sebze yemeği veya salatayla devam edilmesi uygundur. Yine enerji veren ancak kan şekerini dengeli bir biçimde yükselten besinler (beyaz ekmek, pirinç pilavı gibi glisemik indeksi yüksek olan gıdalar yerine bulgur pilavı, kepekli ekmek )tercih edilmeli porsiyon miktarları küçük tutularak iftar iki öğün şeklinde yapılmalıdır. Yaklaşık iki saat sonra da meyvelerden oluşan bir ara öğün eklemek böylelikle sahurla birlikte öğün sayısını dörde çıkarmak mümkündür. İftarda açlık hissinin etkisiyle yemek yemenin daha hızlı bir hal alması, kısa sürede daha fazla yeme isteğinin oluşması sindirim problemlerini ve kilo alma riskini arttırdığı için yemekler iyice çiğnenerek yavaş yenmelidir. Beynin doyma algısının yemeğe başladıktan 15-20 dakika sonra oluştuğunu da dikkate alarak, küçük tutulan porsiyonları en az 15 dakikada tüketme konusuna özen gösterilmelidir.
Gün içersisinde düşen kan şekerinin etkisiyle tatlılar ramazan ayının vazgeçilmezleri haline gelmektedir. Duyulan tatlı isteğini hamur tatlıları yerine sütlü tatlıları (güllaç, sütlaç, sade dondurma) tercih ederek daha az kalori içeriğiyle birlikte daha fazla protein ile kan şekerinin normale dönmesi dengeli bir şekilde sağlanmalıdır. Ancak kilo sorunu olanların, çeşitli sağlık sorunu yaşayanların tatlılar yerine meyve ve yoğurt ya da sütten oluşan bir öğün yapmaları gerekmektedir. Ramazan ayında alışkanlık haline getirilen orucun hurma ile açılması kan şekerine olumlu etkilerinin yanında içerdiği folik asit, Bı, B2, B6 , demir, magnezyum, kalsiyum, potasyum gibi birçok vitamin ve mineral ve lif içeriği ile vücut sistemlerinde olumlu etkilere sahiptir.

    Oruç tutmanın sağlıklı insanların metabolik dengesinde çok önemli değişiklikler yapmadığı, ancak bazı hastalıklarda (şeker hastalığı, karaciğer yetmezliği vb.) veya özel durumlarda (hamilelik ve emziklilik) olumsuz sonuçlara neden olabileceği göz ardı edilmemelidir. Bu durumlarda sağlık sorunu olan kişilerin ilgili uzman hekime danışmadan oruç tutma kararı vermemeleri önemlidir. Azalan günlük hareketleri iftardan sonra telafi etmek için yemek yedikten sonra televizyon karşısına uzanmak yerine hafif yürüyüşler yapılmalıdır. Ayrıca yapılacak hafif yürüyüşler sindirimi kolaylaştırarak özellikle iftardan sonra rahatsızlık veren şişkinlikgibi problemlerin yaşanmasına engel olmaktadır.
    Sıcak havanın etkisiyle artan sıvı ihtiyacını karşılayabilmek için günlük tüketimin 2-2,5 litrenin altına düşmemesine dikkat edilmelidir. Gün içerisinde en az 1,5 litre su tüketilmeli, geri kalan sıvı ihtiyacı ayran, mineralli su, taze sıkılmış meyve suyu, kompostolar ve çorbalar ile takviye edilmelidir.

    Sahur ramazan orucunda atlanmaması ve sağlığın korunması açısından dikkatli olunması gereken bir konudur. Sahurda sadece su içerek ya da yatmadan önce yemek yiyerek oruç tutulması özellikle yaz aylarında gün batınımın geç olması nedeniyle açlık süresinin 18 saatten fazla olmasına, kan şekerinin daha erken saatlerde düşmesine neden olarak günlük işlerde verimin düşmesine, halsizliğe ve baş ağrısına neden olmaktadır. Sahur yapılması bu sürenin uzamasını engelleyerek kan şekerinin daha uzun saatler dengede kalmasını sağlamaktadır. Sahurda peynir, yumurta, süt ve maydanoz, dereotu, nane gibi yeşilliklerden oluşan sağlıklı kahvaltılar ya da zeytinyağlı sebze yemekleri, çorbalar ve yoğurttan oluşan hafif menüler tercih edilmeli, açlığı gün içerisinde çok fazla hissedenler ise mide boşalmasını geciktiren bulgur pilavı ya da kuru baklagilleri sofralarına dâhil edebilirler. Sahuru bir bardak süt ve hurma ile bitirmek gün içerisinde kan şekerini dengelemek adına önemli fayda sağlamaktadır. Yağ ve tuz kullanımının azaltılması, hamur işlerinin tüketiminin azaltılması, sahurdan hemen sonra yatılmaması özellikle kilo problemi ve reflü sorunu yaşayanlar için dikkat edilmesi gereken önemli noktalardır. Ramazan ayında yemeklerin pişirme yöntemleri de çok önemlidir. Özellikle ızgara, haşlama ve fırında yapılan yemekler tercih edilmeli, kavrulmuş, tütsülenmiş ve kızartılmış besinlerden uzak durulmalıdır.
     Oruçla birlikte sık yaşanan bağırsak problemlerini en aza indirmek için sebze, meyve, kuru baklagiller ve tam tahıl ürünlerinin(kepekli ekmek, bulgur vb.) tüketimini artırarak bol lifli beslenmeli ve su tüketimine özen gösterilmelidir.
    Ramazan ayının yemek kültürü açısından en çok bilinen özelliği iftar sofralarındaki çeşitlilik ve bolluktur. Ancak unutulmamalıdır ki aşırı tüketilen bütün besin gruplarının, özellikle kilo problemi olanlarda ciddi sağlık sorunlarına sebep olmasıdır. Oruç ayının sindirim sistemi başta olmak üzere bütün vücut sistemlerinin düzenli çalışması üzerine olumlu etkilerin olabilmesi için sağlıklı ve dengeli beslenerek amacına uygun geçirilmesine dikkat edilmelidir.
Kaynaklar:
Baysal A.Beslenme, Hatiboğlu yayınılO. baskı. Baysal A.Diyet El Kitabı Hatiboğlu yayını. www.beslenme.saglik.gov. tr



MADDE BAGIMLILIGI  EĞİTİMİ

Bağımlılık bir sendromdur.Kişi maddenin fiziksel ve psikolojik etkilerini yeniden yaşamak amacıyla, kendi isteği ile maddeyi alır ve kullanır. Sosyal ortamlarda da maddeyi kullanmak ya da madde kullanan kişilerle arkadaş olmak kullanımı arttırır. Sonraki aşamada kişi madde kullanmadığında ortaya çıkan yoksunluk belirtilerini yaşamamak için madde kullanmaya başlar ve son aşamada artan tolerans dolayısıyla daha iyi hissedebilmek için değil, normal hayatına devam edebilmek için madde kullanmak zorunda kalır. Tüm uyuşturucu/uyarıcı maddeler potansiyel olarak zarar vericidir ve kullanımları ile ilişkili olarak yaşamı tehdit edici olabilirler. Özelliklede gençler alkol ve madde kullanımı açısından önemli bir risk grubunu oluşturmaktadır.



Bazı başka etmenlerin de varlığı alkol ve madde kullanmaya başlamada bir yatkınlık oluşturmaktadır. Yoksulluk, İşsizlik, evdeki yaşam koşullarının uygun olmaması, aile içi şiddet, ailede madde kullanan bireylerin varlığı, çocuk istismarı ve ihmalinin olması, düşük eğitim düzeyine sahip ebeveynler, parçalanmış- boşanmış aileler, aile içinde gencin özdeşim kurabileceği bir bireyin olmaması, özgüven eksikliği, vb. nedenler risk etmenlerinin başında gelmektedir. Madde kullanıldığını anlamak kolay değildir. Özellikle kullanımın erken evrelerinde bunu anlamak çok daha zor olabilmektedir. Belirtilerin çoğu ergenlik dönemine özgü özelliklerle benzerlik göstermektedir. Gençte ortaya çıkan değişikliklerin başka nedenden kaynaklanıp kaynaklanmadığı araştırılmalı, Laboratuar tetkikleri yapılmalı, davranış değişiklikleri gözlemlenmelidir.
Koruyucu önlemlerin alınması, gençler için bu önlemlerin baskın olmasının sağlanması alkol ve madde kullanımını önlemede rol oynayacaktır.
1- Arkadaş gruplarının aile ve okul tarafından denetlenmesi sağlanmalı,
2- Çevreden maddeyi rahatlıkla teminini önlemek için aile, okul, polis birlikte önlem almalı,
3- Gençlerin örnek aldığı medyatik kişilerin topluma örnek olmaması için önlemler alınmalı,
4- işsizlik oram azaltılmalı,
5- Okul, gence kendini gerçekleştirmesi için olanaklar sunmalı,
6- Öğrenme, katılım ve sorumluluğu destekleyen okul ortamı yaratılmalı,
7- Kaliteli sağlık hizmeti verilmeli,
8- Sosyal hizmetin ve danışmanlık merkezleri kurulmalı,
9- Medyanın madde konusunda özendirici değil uyarıcı ve koruyucu önlemler alması sağlanmalıdır.
     Madde kullanımının gittikçe yaygınlaşması alarm niteliğindedir.

    Ülkemizde madde kullanımında görülen bu artış hızı ciddiyetle ele alınırken, planlı bir önleme politikası yürütülerek özellikle çocuklar ve gençler başta olmak üzere aileler ve toplum bilinçlendirilmektedir. "Bağımsızlıklarına en düşkün oldukları dönemde gençler bağımlılık yapan maddelere karşı eğitilmeli ve bilinçlendirilmelidir."  İl Sağlık Müdürlükleri olarak amaç ilköğretim ve lisede okuyan gençler ve ebeveynlerine, Madde Bağımlılığı ve Bağımlılık sonuçlan hakkında farkındalığı arttırmak ve bilinçlendirmektir.



Depresyon
Depresyonun klinik belirtileri nelerdir?
    Klinik depresyonun temel niteliği hoş olmayan duygudurum, ilgi ve zevk azlığı, umutsuzluk ve karamsarlıktır. Olgular derin bir üzüntü yaşarlar. Gelecekleri ve yaşadıkları ile ilgili olarak hep kötümser düşünürler. Olağan etkinliklerden zevk alamaz. İş, özel zevkler, bireysel ilişkiler, cinsel aktivite de dahil olmak üzere hiçbir şeyden zevk alamazlar. Bazı olgularda önde gelen belirti bunaltı olabilir. Anksiyete (bunaltı, kaygı) düzeyi çok artabilir, ajitasyon (huzursuzluk) gösterebilirler. Genel olarak ilgileri azalır. Umutsuzluk ve çaresizlik duyguları o kadar yoğun olabilir ki düştükleri bu durumdan hiçbir şekilde kurtulamayacaklarını düşünebilirler. Depresif hastalar basit günlük aktiviteleri bile yapmakta güçlük çekerler. İş, aile, para ve kendi sağlıkları ile aşırı biçimde kafaları meşgul olur. Enerji düzeyi azalır. Bazı olgularda önde gelen belirti somatik belirtiler olabilir. Tepkisel davranırlar.
   Umutsuzluk, kötümserlik, benlik saygısında düşme ve suçluluk duyguları intihar düşünce ve eylemlerini uyarır. Düşünce içeriğinde geçmiş olaylar önemli bir yer tutar. Depresif olguların çoğunda duygudurum değişiklikleri ile birlikte iştah ve kilo kaybı bulunur.
   Uyku bozukluğu depresyonun çok sık karşılaşılan bir belirtisidir. Dalgınlık, unutkanlık olabilir. Bazen
ağır olgularda aklından geçenlerle dış dünyada olanlar birbirine karıştırılabilir.
Depresyon tanısı nasıl konur?
Depresyon tanısı koyabilmek için anlatılan belirtilerin tamamının bulunması gerekmez. Tanı için hoş olmayan duygudurum, ilgi ve zevk azlığı, umutsuzluk ve karamsarlık ile birlikte yukardaki belirtilerin önemli bir kısmı bulunmalıdır. Bu durum işlevselliği bozmalı ve 2 haftadır sürüyor olmalıdır.




Depresyon sıklığı ne kadardır?
Depresyon hastalığının yaygınlığına bakıldığında, toplumda %8-10 arasında görülmektedir. Yaşam boyu hastalanma riski ise erkeklerde on erkekten bir tanesi, kadınlarda ise her dört veya beş kadından bir tanesi yaşamlarında en az bir kez depresyon hastalığına yakalanacaklardır.
Depresyon için risk etkenleri nelerdir?
• Erken ebeveyn kaybı
• Madde ve alkol kötü kullanımı
• Anksiyete bozuklukları
• Kadın olmak
• Erken ebeveyn kaybı
• Düşük sosyoekonomik düzey
• Ayrı yaşama, boşanmış olma
• İşsizlik: İşsizlik depresyonda risk etkeni olması yanında işte verimliliği azalmasının önemli nedenlerindendir.
• Daha önce depresyon geçirmiş olma
• Yakın zamanda önemli yaşam olayları, stres etkenleri
• Kişilik yapısı
• Çocukluk döneminde cinsel veya fiziksel kötü davranılma öyküsü
• Bazı ilaçlar
• Tıbbi hastalıklar
• Hormonal değişiklikler.

Çocuklarda depresyon gorulur mu?
Evet. Çocukluk döneminde de depresyon görülebilir. Tedavi edilmemesi halinde uzayabilir ve erişkinlikte de sürebilir. Çocuklarda depresyon belirtileri bazen erişkinliktekinden ayrılabilir. Okul reddi, hastalık uydurma, ebeveynlerini kaybetme kaygısı, okul sorunları biçiminde kendini gösterebilir.
BU

Depresyonun seyri nasıldır?
Depresyon olgularının % 85 ya da daha fazlası bilinen olağan tedavi yöntemlerinden yararlanır. Tedavi edilmeyen olgular ise 6-24 ayda düzelirler. % 5-10 kadar olguda ise iki yıldan fazla sürer. Tedavi ile bu süre birkaç hafta ile birkaç aya indirilebilmektedir. Tedaviye erken başlamak yanıt alma süresini kısaltır.
Uyku bozuklukları depresyona neden olabilir mi?
Uyku sorunu depresyonun önemli bir belirtisi olması yanında depresyona da neden olabilir. Son yıllarda uzun süreli uykusuzluğun depresyona yol açabileceği konusunda kanıtlar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle uyku düzeninin sağlanması tedavinin temel amaçlarından biri olmalıdır.

Tıbbi nedenler depresyona neden olabilir mi?
Evet. Birçok enfeksiyon hastalığı, tümörler, kalp ve solunum sistemi hastalıkları, birçok merkezi sinir sistemi hastalığı, genel beden travmaları, metabolik hastalıklar, beslenme sorunları, mide-barsak sistemi hastalıkları, kollagen doku (bağ dokusu) hastalıkları gibi birçok hastalık depresyona neden olabilir. Hastanede yatan olgularda olasılık daha da artar.
Depresyon olgularında intihar olasılığı ne kadardır?
Duygudurum bozukluğu gösterenlerde intihar düşünce ve eylemleri % 20-40 kadardır. Yaşlılarda intihar olasılığı gençlere göre iki kat daha fazladır. İntiharla ilgili konuşanlarda olasılığın daha az olduğu düşüncesi yanlıştır. Hastanede yatan olgularda intihar girişimi oranı % 15 kadardır. Tüm intiharların % 70'i depresyon olgularıdır.

Depresyon olgularının hastaneye yatması zorunlu mudur?
Depresyon tedavisinde hastaların yatırılması genellikle gerekmez. Aşağıdaki özellikleri taşıyan hastaların yatması gerekebilir.


• Ciddi intihar düşünceleri gösterenler
• İntihar planları yapanlar
• Kendine ve çevreye zarar verme eğilimi olanlar
• Gıda reddi olanlar
• Ayaktan tedaviyi sürdürme güçlükleri
• Psikotik özellik gösterenler
• Ciddi intihar girişimi olanlar
Depresyon tedavi edilebilir bir hastalık mıdır?
Evet. Olgular tedaviye yüksek oranda yanıt verir.
Psikoterapi yarar sağlar mı?
Evet. Bilişsel, davranışçı
tedaviler, kişiler arası
ilişkilere yönelen psikoterapiler depresyonda yarar sağlar. Hafif depresyonda psikoterapi öncelikli olarak seçilebilir.


Tularemi

Tavşan ateşi olarak da tanımlanan tularemi, Francisella tularensis,'in etken olduğu bakteriyel hayvanlardan bulaşan bir hastalıktır. Kemirgenlerde (tavşan, fare, sincap vb.) öldürücü nitelikte olan bu hastalığın etkenini tatarcık, kene, sivrisinek gibi vektörlerin ısırması sonrasında alırlar. Tularemi, her mevsim görülebilmekle birlikte, insanların kullandığı sulara, yağışlar nedeniyle dışarıdan su sızıntılarını yoğun olabileceği kış ve bahar aylarında daha çok görülebilmektedir. Ayrıca, enfekte hayvan ile direk temasın yanı sıra enfekte hayvan dokuları ile temas veya bunların gıda olarak alınması da hastalığa neden olabilir. Bu özellikleri nedeni ile tüm yaş grupları ve her iki cinsiyet grubu da hastalık açısından risk taşır, ancak avcılıkla uğraşanların daha yüksek risk grubunda oldukları bilinmektedir. Ancak bugün için insandan insana bulaştığı gösterilmediğinden hasta ile temas edilmesi veya aynı ortamda bulunulması hastalık gelişimi açısından risk taşımaz.

Hastalığın Belirtileri: Bakterinin alınmasından 1-14 gün (ortalama 3-5 gün) sonra ortaya çıkabilmektedir. Hastalık, alınan bakterinin sayısı ve giriş yeri ile vücudun savunma sisteminin (Bağışıklık Sistemi) gücüne göre değişik klinik şekillerde olmaktadır. Tularemi, çoğunlukla ani ateş, üşüme, titreme, başağrısı ve iştahsızlık gibi belirtilerle başlar.
Buna, boğaz ağrısı ve kuru öksürük eşlik eder.
Ayrıca, karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal ve kas ağrıları da olabilmektedir. Bakterinin vücuda girdiği bölgelerde ise lenf bezlerinde şişmeler görülmektedir.
Ülkemizde tulareminin kliniği genel olarak boğaz ağrısı ve boyunda şişlikler ya da göz kesesi iltihabı ile birlikte yine boyunda şişlikler şeklindedir.
Tularemi Hastalığı Tedavi: Ölüm oranı ilaç tedavisi sebebiyle oldukça düşüktür. İyileşme kimi zaman aylar sürer. Antibiyotiklerin kullanılmasıyla hastalığın tedavisinde büyük aşamalar sağlanmıştır. Lenf bezleri iltıhaplanmışsa cerrahi tedavi dahi gerekebilir. Hastalığın bulaşma yollarına ait bir hususun varlığı ile yukarıdaki belirtilerin görülmesi halinde en yakın sağlık kuruluşuna müracaat edilirse, hastalık

antibiyotiklerle tedavi edilebilmektedir..
Geç kalınması durumunda
antibiyotiklerin etkisi sınırlı olup, cerrahi girişim gerekebilmektedir.
Tularetniden Korunmak İçin Neler Yaptlmalıdır?
• İçme ve kullanma suyu kanalları ile depolarının, dışarıdan herhangi bir kirlenmeyi engelleyecek şekilde yapılması ve mevcutların ıslah edilmesi,
• Suların klorlandıktan veya kaynatıldıktan sonra içilmesi ve kullanılması,
• Doğada kaynağı belli olmayan ve kirlenmeye müsait yerlerdeki suların kesinlikle içilmemesi ve kullanılmaması,
• Av hayvanlarını yüzerken ve etlerini parçalarken eldiven kullanılması,
• Özellikle av hayvanlarına ait etler başta olmak üzere, etlerin iyice pişirildikten sonra tüketilmesi,
• Meyve ve sebzelerin bol su ile iyice yıkandıktan sonra yenmesi,
• Kan emici sineklerin ve kenelerin ısırmasını engelleyici (örneğin, kenelerin vücuda yapışmaması için pantolon parçalarının çorap içine konulması ve böcek kaçırıcı ilaçların

kullanılması gibi) önlemlerin alınması,
• Vücuda yapışan kene varsa, bunların kesinlikle patlatılmadan bir cımbızla baş kısmından tutulup sağa sola oynatarak çıkartılması,
• Gıda maddelerinin, fare ve sıçan gibi kemirici hayvanların ulaşamayacağı şekilde muhafaza edilmesi,
• Hayvan leşlerinin çevreyi kontamine etmeyecek şekilde gömülmesi veya yakılması gerekmektedir.
• Doğada aktivitelerde bulunurken artropod ısırmasından korunmak için kapalı giysiler giyilmelidir. Tulareminin endemik olduğu bölgelerde doğadan meyve, sebze, yemiş tüketirken bunların kontamine olabileceğini gözardı etmemek ve temiz suyla yıkamadan yememek gerekir. Aynı risk pınar, dere gibi açıktan akan su kaynakları için de geçerlidir. Tulareminin endemik olduğu bölgelerde avcıların, hayvanlara temas ederken eldiven kullanmaları gereklidir.
Kaynaklar:
Zoonotik hastalıklar daire başkanlığı

Talasemi


Hemoglobin molekülünü oluşturan globin zincirlerinden birinin veya daha fazlasının yapılamaması yada yetersiz yapımı ile karakterize, otozomal resesif geçişli kalıtsal anemilere talasemi denilmektedir. Normal erişkin hemoglobinin %97 kadarını HbA(2alfa 2beta globin zincirinden oluşmaktadır) olması nedeni ile klinik olarak önemi olan talasemiler alfa vebetatalasemilerdir. Erişkinde total hemoglobinin çok az bir kısmını oluşturan HbA2 ve HbF yapımına giren delta ve gama globin zincirinin yapım yokluğu veya azlığı sonucu oluşan delta ve gama talasemiler genellikle belirti vermezler.
Güney ve Güneydoğu Asya, Güney Cinde alfa talasemi, Ortadoğu, Türkiye, Yunanistan ve İtalya gibi Akdeniz ülkelerinde beta talasemi oranı fazladır. Ülkemizde beta talasemi taşıyıcılarının ülke çapında sıklığı %2-3'tür.


E
Mİ I AU
Vücûdumuzun sağlıklı çalışması için
gerekli olan oksijen hemoglobine
bağlanarak taşınır. Talasemi
hastalarında, hemoglobinin
yapımında yetersizlik nedeniyle oksijen taşıma işi aksayacağından doku ve organlarda oksijen azalacaktır. Buna bağlı olarak da talasemiler klinik olarak deride solukluk, halsizlik, çabuk yorulma, çarpıntı, gelişme geriliği gibi kansızlık belirtiler ile gösterir.
Alfa talasemiler
Alfa talasemiler alfa globin zincirinin



farklı seviyeler de yetersizliği sonucu; normal kan tablosu ve tek genin delesyonu ile karekterize sesiz alfa taşıyıcılığı, hafif anemi ve iki genin delesyonu ile karekterize ağır alfa taşıyıcılığı, belirgin anemi ve üç genin delesyonu ile karakterize Hb H hastalığı ve yaşamla bağdaşmayan dört genin delesyonu ile karakterize hidrops i/erfotalis şeklinde klinik tablolalar oluşturmaktadır.
Beta talasem
Beta talasemiler otozomal resesif
geçiş gösteren hastalıklar arasında
dünyada en sık görülenidir. Beta
talasemiler Akdenize kıyısı olan
ülkelerde sık görüldüğünden
Akdeniz anemisi olarak ta
isimlendirilirler. Beta globin
geninin etkilenme düzeyine göre beta talasemiler klinik olarak üç formda kendini gösterirler.
Beta talasemia minör: Bu bireyler tamamen sağlıklı olduklarından beta talasemi taşıyıcılığı da denir. Bu hastalarda herhangi bir yakınma yoktur sadece laboratuar olarak, normal akranlarına göre hemoglobin

düzeyi %15 daha düşük ve periferik yaymada hipokromi, mikrositoz mevcuttur.
Beta talasemia intermedia: Orta bir klinik seyir ile karakterize bir tablodur. Hemoglobin düzeyleri genellikle 7 ve 10 gr /di arasındadır. Bazı hastalar normal gelişim göstererek yakınmasız olarak erişkin yaşa gelmelerine rağmen, bazı hastalarda kardiomegali, osteoporoz, kırıklar, artrit, splenomegali ve hipersplenizim gibi komplikasyonlar gelişmektedir.
Beta talasemia majör: Cooley anemisi olarak da bilinir. Homozigot beta talasemi geni taşıyan bireylerde meydana gelir. Talasemi majör; belirtileri doğumdan sonra 3-4 ayda başlayan, ilerleyici, sürekli kan nakli gerektiren çok ciddi bir kan hastalığıdır. Halsizlik, solgunluk iştahsızlık, huzursuzluk başlangıç belirtileridir. Yetersiz tedavi gören hastalarda kemik iliğinde ve eksramedüller bölgelerde aşırı eritropoeze bağlı hipertrofi oluşur. Kemik iliğinin aşırı çalışması sonucu ilik mesafesi genişler, kemikler incelir ve patolojik kırıklar görülebilir. Yüz ve baş kemiklerinde iliğin aşırı genişlemesi tipik yüz görünümü oluşturur. Burun kökü çökük, frontal ve zigomatik kemikler çıkıktır, maksilla ve beraberinde üst diller öne doğru fırlamıştır.
Karaciğer ve dalak büyümüştür. Boy kısa kalır, endokrin bozukluklar sonucu puberte oluşmaz. Pankreatik hemosiderozis sonucu diabetes mellitus oluşur. Hemosiderozun perikardit, miyokardit, konjestif kalp yetmezüği adolesan yaşlarında hastaların ölüm nedenlerini oluşturur.

Tam
Kesin tanı ve klinik formların ayrımı hemoglobin elektroforezi ile yapılır. Alfa talasemide hemoglobin elektroforezinde alfa globin zincirinin yapıtaşı olarak kullanıldığı hemoglobinA2, hemoglobin A ve hemoglobin F seviyesi düşüktür.
Beta talasemilerde; beta globin zincirinin yapıtaşı olarak kullanıldığı hemoglobin A seviyesi düşük, hemoglobinA2 ve hemoglobin F seviyeleri yüksektir.

4. Tedavi
Hastalık taşıyıcılığında tedaviye gerek yoktur. Hastalık formlarında derin anemi varlığında hemoglobin düzeyini lOgr/dl üstünde tutacak şekilde yaşam boyu kan transfüzyonu ve şelasyon tedavisi almalıdır.
Hipersplenizim gelişen olgular splenektomiden fayda görürler. Talasemi majör tedavisinde erken dönemde yapılan kemik iliği trasplantasyonu faydalı olmasına karşın pahalı olması ve mortalitenin yüksek olmasından dolayı rutinde uygulanmamaktadır. Bu hastalıkta kesin tedavi gen transferi ile bozuk genin ortadan kaldırılmasıdır. Bununla ilgili çalışmalar hala devam etmektedir.
5. Korunma ve Eğitim
Semptom vermeyen taşıyıcılık oranı
bazı toplum ve coğrafi bölgelerde
çok yüksek olduğundan (% 2-20)
birçok ülkede kabul edildiği gibi,
koruyucu programda genetik
danışmanlık, eğitim, popülasyon
taraması ve prenatal tanı ağır hastalık
formlarının oluşumunu önlemede
esastır. Akraba evhliklerinin yoğun
olduğu toplumlarda bu konunun
önemi daha da artmaktadır.
5.1 Popülasyon Taraması
Talasemi taşıyıcılığının yüksek olduğu bölgelerde anne ve babaların çocuk sahibi olmadan önce talasemi taşıyıcısı olup olmadıklarını bilmeleri önemlidir. Taşıyıcılık

ancak hemoglobin elekroforezi testi ile saptanabilir. Bu test rutinde uygulanan bir test olmadığı için Ülkemizde bu test tarama amaçlı öncelikle aşağıdaki guruplarda yapılmalıdır.
1. Antakya, Adana, içel, Antalya, Muğla ve İzmir'e kadar olan Akdeniz Bölgesinde doğanlarda
2. Batı Trakya Göçmenleri, Girit, Rodos, Midilli, Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya'dan köken alanlarda, Kıbrıs Türkler'inde,
3. Ailesinde talasemi majörlü çocuk
olanlarla, ailesinde talasemi taşıyıcısı
olanlar
5.2 Sağlık Eğitimi
Talasemilerde aşağıdaki noktalar akıldan çıkartılmamalıdır.
1. Taşıyıcılık bulaşıcı değildir. Talasemi taşıyıcılığı bir hastalık değildir ve tedavi gerektirmez.
2. Eğer talasemi taşıyıcısı iseniz hafif derecede kansızlığınız olabilir.


Bu kansızlık hatalı olarak diğer anemi nedenleri ile özellikle demir eksikliği anemisi ile karıştırılabilir. Taşıyıcılara demir eksikliği sanılarak demir tedavisi yapılabilir. Bu tedavi zaten yüksek olan vücut demirini artırarak zararlı etki yapabilir.
3. Taşıyıcılık evlenmeye engel değildir.
5.3 Genetik danışmanlık
Eğer ebeveynlerden her ikisi de talasemi taşıyıcısı ise; % 25 olasılıkla normal, % 50 olasılıkla kendileri gibi taşıyıcı ve % 25 olasılıkla da talasemi majörlü çocuk sahibi olabilirler.
Talasemi majörlü bir çocuk sahibi olan bireylerde, her gebelikte % 25 olasılıkla talasemi majörlü çocuk doğurma riski devam eder. Eğer ebeveynlerden birisi talasemi taşıyıcı ve diğeri taşıyıcı değilse; çocuklarında talasemi taşıyıcısı olması % 50 olasılıkla gerçekleşir.
5.4. Prenatal tanı
İki taşıyıcının evlenmesi halinde ve talasemi majörlü çocuk sahibi olan bireylerde gebeliğin 10-11. haftalarında prenatal tanı yapılmalıdır.
Kaynaklar
l.İç hastalıkları l.Cilt, Hiçin, Biberoğlu, Süleymanlar, Ünal, 2003, sayfa 1843-1854
2.Klinik Hematoloji, Müftüoğlu, 1995, sayfa 127-138
3.Pediatri 2.Cilt, Ertuğrul, Neyçi, 1993, sayfa367-371







Türkiye saglikli beslenme ve hareketli hayat programı

Obezite; besinlerle alınan enerjinin (kalori) harcanan enerjiden fazla olması ve fazla enerjinin vücutta yağ olarak depolanması (%20 veya daha fazla) sonucu ortaya çıkan, yaşam kalitesini ve süresini olumsuz yönde etkileyen bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Obezite küresel boyutta önemli bir halk sağlığı sorunudur. Hem gelişmiş ülkelerde hem de gelişmekte olan ülkelerde obezite her geçen gün artış göstermektedir.
Bu nedenle Türkiye Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı çerçevesinde Yeterli ve Dengeli Beslenme ve Hareketli Hayat Kurulu oluşturulmuştur. Kurulun çalışmaları İlsağlık müdürlüklerince Eğitim Şube Müdürlüğü koordinesinde yürütülmekte olup, ayrıca Obezite Birimi olarak hizmet sunulmaktadır.
Yeterli ve Dengeli Beslenme ve Hareketli Hayat Kurulu Üyeleri tarafından Aile Hekimlerine eğitim verilerek, Aile hekimler ince obez tanısı konan
bireylerin ikinci basamak sağlık kuruluşlarına sevk edilerek diyetisyenler tarafından sağlıklı zayıflamaları ve Gençlik Spor İl Müdürlüğü tarafından belirlenen antrenörler eşliğinde ücretsiz ve güvenli fiziksel aktivite yapma imkânı sunulmuştur.
İllerde "Sağlık İçin Hareket Et" sloganıyla Valilik ve Müdürlüklerce organizesi ile "Sağlık için hareket et yürüyüşü bazı kurum müdürleri, sağlık çalışanları, öğrenciler ve vatandaşlar olmak üzere obeziteylr mücadele yürüyüşleri yapıldı.


Yeterli ve dengeli beslenme ile düzenli fiziksel aktivite,
vücut ağırlığının kontrolünde temel koşuldur.


Güneş Ve deri

ışınları uzun (infrared) ve kısa dalgalardan (UV-A, UV-B ve UV-C) oluşmaktadır.
UV-A ışınının dalga boyu 320-380 nm'dir ve derinin derin tabakalarına (dermiş) ulaşır ve yayılır. UV-A ışını yıl boyunca ve gün içinde değişik saatlerde, mevsimlerde veya hava koşullarında değişmeksizin etkili olmaktadır.
UV-B ışının dalga boyu 290-320 nm' dir ve derinin üst tabakasını (epidermisi) etkiler. UV-B ışını yaz aylarında ve yüksek rakımlı yerlerde daha yoğundur. UV-C 200 nm ile 280 nm arasıdır. Dezenfektan olarak yararlanılan bu özel ışık, bakterilerin, virüslerin, küf ve mantar sporlarının DNA yapısını bozarak onları etkisiz hale getirir. DNA yapısındaki timin molekülleri arasındaki replikasyonu engeller.
Güneş ışınlan ve yapay ışık kaynaklarından elde edilen UV ışınlarının insan ve


insan derisi için birçok faydaları ve zararları vardır. Fotosentez, görme duyusu, vitamin D sentezi, hastalık yapıcı mikropların yok edilmesi, sağlıklı bir bronzlaşma, insan psikolojisine olumlu etkisi, sedef hastalığı gibi bazı deri hastalıklarına iyileştirici etkisi yararlı etkileridir.
Deride zaman içerisinde incelme, elastikiyetin bozulması (kırışıklık), kuruluk, pigmentasyon değişikliği, kılcal damarların belirginleşmesi, fotoyaşlanma ve deri kanserinin oluşma riskinin artması en önemli olumsuz etkilerdir.
Güneş ışınlarının ultraviyole kısmı deride beliren üç tip kanser oluşumuna neden olmaktadır.
Skuamöz hücreli karsinom:
Derinin üst tabaka hücrelerinin çoğalmasına bağlı olarak gelişen malign lezyonlardır. UV kanser oluşturmada en önemli etkendir. Fakat başka faktörlerinde etkisi vardır. Dudak ve ağız kanserlerinde sigara, genital lezyonlarda vajinal siğiller, bölgesel olarak uygulanan katran, arsenik gibi kanserojenler, ışın tedavileri, uzun süreli bağışıklık sisteminin baskılanması bu kanser türüne neden olan diğer faktörlerdir.






Klinik olarak sert kitle hızla büyüyen kitle veya yara şeklinde olabilir. Tanı] için şüpheli lezyondan biyopsi yapılır.
Bazal hücreli karsinom:
Bazal keratositlerin proliferasyonuna> bağlı olarak yavaş büyüyen bölgesel olarak yıkıcı bir tümördür. En sık1 görülen kötü huylu tümörüdür. Beyaz tenli kişilerde aşırı güneşe maruz kalma ile ilişkilidir.
Genellikle ortası çökük ve yarı saydam görünüşlüdür. Bu nedenle inci benzeri olarak tanımlanır. Yüzeyindeki kılcal damarlar oldukça karakteristiktir. Diğer organlara yayılma oldukça nadirdir. Fakat bölgesel ilerleme çok yıkıcı olabilir. Tanı için biyopsi yapmak gerekir.

Malign melanom:
Kötü huylu deri tümörleri içinde en tehlikeli olanıdır. Diğer deri tümörlerinden farklı olarak nispeten daha genç yaş grubunda görülür. Görülme sıklığı hızla artmaktadır. Ilıman iklimlerde muhtemelen aralıklı güneş maruziyetinin artması nedeniyle sık görülür. Açık ten rengi, kızıl veya sarı saç, mavi gözler, bronzlaşamama, çiller ve benlerin varlığı risk faktörlerindendir.
İyi huylu lezyonlardan ziyade kötü huylu lezyonlarda görülen özellikler; lezyonun çapının lcm den fazla olması, boyutunun gittikçe artması, düzensiz kenara sahip olması, kızarıklık ve iltihap, kabuklanma, kanama gelişmesi, duyuda değişme ve kaşıntıdır. Dört temel tipi tanımlanmıştır.
I. Lentigo Maligno Melanom:
Uzun yıllar boyunca yavaş büyür. Sık olarak yaşlı bir kişide yanakta veya şakakta ortaya çıkar.
II. Yüzeysel Olarak Yayılan Melanom:
Kenarları düzensiz, pigmente
kahverengi/siyah lekeler olarak ortaya çıkar. Yüzeyde akıntı, kabuklanma, kanama gelişebilir. Sıklıkla kadınlarda alt bacakta yerleşir.
III.Nodüler Melanom:
Dışarı doğru hızla büyüyen mavi siyah renkli lezyon şeklindedir. Bazen siğil benzeri ve pigmente olmayan lezyonlar olarak görülür. Vücudun her yerinde olabilir.

IV. Akral Melanom:
Ayak tabanında veya avuç içinde düzensiz pigmente lezyon şeklinde olabileceği gibi tırnak altında pigmente lezyon şeklinde olabilir.
Bazal hücreli ve skuamöz hücreli karsinomlarda alınan toplam UV dozu önemliyken , maling melanoma da aralıklı olarak alınan yüksek dozlar etkilidir.
Deriye ulaşan UV ışın miktarını etkileyen faktörler
Saat, mevsim, coğrafik enlem, bulutlanma, yüzey yansımaları ve yükseklik deriye ulaşan UV ışın miktarını etkiler.
Günlük total UV ışınının %75'i 09:00- 15:00 saatleri arasındadır. Yaz aylarında özellikle deri için zararlı UV nin yeryüzüne ulaşma yoğunluğu artmaktadır. Yıllık maruz kalınan UV ışın miktarı ekvatordan uzaklaştıkça azalmaktadır. UV şiddetini bulutlar azaltmaktadır. Ancak bulutlardaki su içeriği UV den çok kızıl ötesi ışınları zayıflatmakta bu durum derideki ısı etkisini azaltmakta, bu uyarıcı etki azaldığından plajda UV ye aşırı maruz kalma riski artmaktadır. UV-B radyasyonunun %3 kadarı çimden yansırken bu oran kumda %25' i bulabilir. Su %5 oranında yansımaya söbep olurken asıl önemlisi UV radyasyonun %75' i suyun 2 metre derinliğine ulaşabilmektedir. Yüksekilk olarak her 300 metre artış güneş yanığı oluşturma etkisinin %4 artırır.

femaaiaı
)plam UV
%50'sine
yaşına kadar
Katır, bu yüzden
çocukluktan başlayarak
güneş ışınlarına maruz
kalmayı azaltacak
davranış değişikliklerini
geliştirmeye yönelik
toplum eğitimi şarttır.


Güneşten korunma
Bireyler yaşamı boyu alacağı toplam UV miktarının %50'sine 20 yaşına kadar maruz kalır. Bu yüzden çocukluktan başlayarak güneş ışınlarına maruz kalmayı azaltacak davranış değişikliklerini geliştirmeye yönelik toplum eğitimi şarttır.
Güneş ışınlarının bir kısmı deriye yerden yansıyarak ulaşmaktadır. Özellikle kum, beton, deniz ve kar UV ışınlarını yansıtmaktadır. Çocuklar açık havada oynadıkları için daha uzun süre güneş ışınlarının etkisi altında kalırlar. Bu nedenle şapka ve şemsiye tam koruma sağlamaz. Giysiler yaklaşık % 20-25 oranında koruma sağlayabilir. İpeksi gibi ince kumaşların ve koyu renkli giysilerin koruyucu özellikleri yoktur. Fakat korunma yönteminin giysilerle (açık renk şapka ve tişört vb.) desteklenmesi gerekir. Deri tipine bakılmaksızın güneşten koruyan yüksek faktör içeren ürünlerin uygulanması gerekir. 3 yaşın altındaki çocuklar kesinlikle korunmasız güneşin altında bırakılmamalıdır. Güneş ışınları yaklaşık %85 oranında bulutlardan geçer. Yaz aylarında hava bulutlu diye güneşten korunmayı boş vermemek gerekir. UV geçirmeyen güneş gözlükleri ise katarakt oluşumuna karşı koruyucudur.
Hayatında en az bir kez bile şiddetli güneş yanığı geçiren bireylerde deri kanseri geçirme riski 2 kat artıyor. Gün içinde tesadüf olarak maruz kalma oranı, isteyerek güneşe maruz kalmaktan 4-5 kat fazladır. Bu nedenle tam gün güneşten korunmak gereklidir. Geniş etkili ve koruma faktörlü bariyer oluşturucu güneş kremlerinin düzenli biçimde kullanımının yaygınlaşması kısa ve uzun dönem UV etkilerinden korunmada büyük önem taşımaktadır.
    Ayrıca düzenli aralıklarla cilt muayenesi yapıp var olan benlerdeki şekil, renk, büyüklük değişikliklerinin saptanması ve gerekiyorsa takip ve tedavisi yapılmalıdır.
KAYNAKLAR
1-Özkan Ş, Ergör G, İlknur T: Güneş ve
toplum bilinci. Türkderm 2001, 35:277-284
2-http://www. istanbul.edu. tr/itf/itfogrenci/
attachments/079_dis.faktörlerin.deri.
uzerindeki.etkileri.ve.korunma.yollari.pdf
3-Öztürkcan S, Ermertcan A.T: Güneş
koruyucuları. Türkiye Klinikleri J Cosmetol
2004, 5:162-166
4-Artcan Ö: Güneş ıştğı ve cildimiz. Trakya
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji AD,
EDİRNE Standart Dergisi, 2005; 44:86-9
5-Eide M], Weinstock MA, Epidemiology
of skin cancer. Cancer ofthe Skin. Rigel DS,
Friedman RJ, Dzubow LM et al. Elsevier,
Philadelphia. 2005:47-61.
6-Grossman D, Leffel DJ: Squmaous celi
carcinoma. Fitzpatrick's Dermatology in
General Medicine. Wolff K, Goldsmith LA,
Katz Sİ et al. 7. Baskı. 2008. Vol 1, Ch.114.
1028-36
7-Sarıcaoğlu H: Güneşlenme sonrası deri
bakımı. Türkiye Klinikleri J Cosmetol 2004,
5:186-190


GÜNEŞTEN KORUNMAK İÇİN YAPİLMASİ GEREKENLER
1- Güneş ışınlarının en şiddetli olduğu öğlen saatlerinde (n.oo ile 15.00 arasında) güneşe çıkmamaya özen gösterilmelidir.
2-Gölgede oturulmalıdır.
3- Şemsiye, şapka kullanılmalı; açık renk giysiler giyilmelidir.
4- Güneşten koruyan ürünler bilinçli kullanılmalıdır.
Erişkinler deri tiplerine göre en az 30 faktör olmak üzere değişik faktörlerde güneş koruyucu kullanabilirler, ancak çocuklarda deri tipine bakılmaksızın yüksek faktörlü ürünler kullanılmalıdır. Güneşten koruyan ürünler, güneşe çıkmadan yarım saat önce deriye uygulanmalıdır. Deriye yeterli miktarda ve kalınlıkta sürülmelidir. Güneşten koruyan ürünler deriye eşit miktarda yedirilerek ve gerekirse; sık havuza veya denize girmek, havlu ile kurulanmak ve terlemek gibi durumlarda gün boyunca tekrar uygulanmalıdır. Yüz, omuz, ense ve boyun gibi daha yoğun olarak güneş ışınlarından etkilenen bölgeler sürekli güneşten koruyan ürünler ile korunmalıdır.


9 Ağustos 2011 Salı

Çay, Yeşil Çay, Siyah Çay Faydaları Yararları Zararları

ÇAY, SİYAH ÇAY, YEŞİL ÇAY



CAMELL1A SINENSIS (L) O. KUNZE



Tıbbi Nitelikleri: Gerek siyah gerekse yeşil çay kansere karşı koruyucudur, virüslerin, mikropların çoğalmasını önler, kalp ve damarları kireçlenmeye karşı korur, yüksek tansiyonu düşürür, kanı pıhtılaşmaya karşı korur, kemiklerin sıkılaşmasım sağlar, dişleri çürümeye karşı korur, ağız kokusunu önler.



Araştırmalar çayda bulunan epigallokateşingallatm (EGCG-polifnol) kansere karşı en iyi koruyucu olduğunu göstermiştir. Epigallokateşingallatm özellikle yemek borusu, mide ve karaciğer kanserinde daha etkilidir.



Çay, güçlü bir kanserojen olan nitrosamin zehrinin midede oluşmasını önlemektedir. Yeşil çay özellikle akut alerji nöbetlerinde içindeki manganez nedeniyle yatıştırıcı olmaktadır. Çaydaki manganez kandaki şeker oranını düşürdüğünden, alerjik nöbeti karşıt etki yaparak durdurur. Bu durumda el veya ayaklara sıcak yeşil çayda banyo yaptırılması da yararlı olmaktadır.



Yüksek tansiyonun nedeni tam olarak aydmlatılamamıştır. Ancak karaciğerin ürettiği renin, anjiyotensin I-II gibi birçok enzimin kan basıncı üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Bunlardan anjiyotensin H’nin büzücü gücü daha yüksek olduğundan yüksek tansiyonun oluşmasında en etkili olan enzimdir. Yeşil çaydaki kateşin anjiyotensin H’nin üretimini önlemekte ve kan basıncının düşmesini sağlamaktadır. Yaşlanan insanların damarlarında zayıflamalar görülür ve damarlar elastikiyetini kaybeder. Çaydaki bir enzim damarların güçlenmesini ve basıncının düzenli kalmasını sağlamaktadır.



Çayın antioksidan gücü E vitamininden 20 kat fazladır. Vücudunda yüksek oranda E ve C vitamini olan canlılar daha uzun yaşamaktadır. Çay karaciğer hastalıklarının tedavisini destekler. Çok zor tedavi edilen hepatit iltihaplarının kansere dönüşmesini önler.



Düzenli olarak yeşil çay içenlerde kan dolaşımı şikâyetleri çok ender görülmektedir. Çayın gribe karşı koruyucu olma özelliği içindeki flavon etkili maddenin, grip virüsüne yapışarak onu öldürmesinden kaynaklanmaktadır, ishale neden olan virüsler de grip virüsleri gibi çaydaki benzer bir madde tarafından aynı şekilde öldürülmektedir. Kolera virüsü zehirinin aktif duruma gelmesi de çay tarafından önlenmektedir.



Bu nedenle çay ishal enfeksiyonlarına karşı iyi bir koruyucudur. Çay güçlü bir idrar söktürücüdür. Çayın kalp ve kan dolaşımını koruyucu özelliğini, içindeki vitamin etkisi gösteren maddeler sağlamaktadır. Akut kalp enfarktüsüne ve inmeye karşı koruyucu gücü de kan pıhtılaşmasını önlemesinden kaynaklanmaktadır. Hayvanlar üzerinde yapılan denemeler çayın etkisinin asetilsalisil asit kadar güçlü olduğunu göstermiştir.



Araştırma doğal kateşinin kan şekerini önemli oranda düşürdüğünü göstermiştir. Kandaki şekeri düşürmek için uygulanan yenebilir kateşin kuru yeşil çaydan elde edilmektedir. Ayrıca, yeşil çayda bulunan polisakkarit de kan şekerinin azalmasında etkili olmaktadır. Yaşlılık şekerinde gün boyu içilen yeşil çay, şekerin kontrol altında tutulmasına yardımcı olmaktadır.



Çay gençlik ve canlılık verir. Bu nedenle yaşlıların kahve yerine çay içmeleri önerilmektedir. Çay kan dolaşımını harekete geçirir ve uyanık kalmayı sağlar. Bağışıklık sistemini destekler, metabolizmayı hızlandırır ve daha fazla oksijen almayı sağlar. Birçok hastalığın oluşmasını önleyerek koruyucu rol oynar.



Not: Yaşlılar her gün birçok kez çay içebilir. Ancak 1 çay fincanı çay için 2 g çay kullanılmalıdır.



Çayın içinde iltihap önleyici birçok madde vardır. Özellikle başlangıç durumundaki anjin için iyidir. Aynı zamanda sıcak çay rahatlatıcıdır. Yeşil çayda bulunan kateşin karies bakterilerinin metabolizmasını etkiler ve çoğalmasını önler. Kateşinin bakteri öldürme özelliği olduğundan karies bakterilerini öldürmektedir. Uzun zamandan beri florun dişlerin direncini artırdığı bilinmektedir. Çayda flor doğal olarak bulunmaktadır. Bitkiler içerisinde en yüksek oranda flor çayda bulunmaktadır. Yeşil çay banyosu ayakları mantarlara karşı dayanıklı hale getirir.



Çay kadınlarda doğurganlık oranını artırır. Yeşil veya siyah çay alzheimer hastalığının gelişmesini yavaşlatır.



Dikkat: Çayın tüm tıbbi niteliklerinden ancak günde en az 10 çay fincanı içenler tam olarak yararlanabilir.



Kullanıldığı Yerler: Ağız kokusu, alerji, anjin, artrit, damar sertliği, ayak mantarı, depresyon, flor eksikliği, gastrit, gaz şişkinliği, kan damarları zayıflığı, kanser, kolesterol, şeker, yaşlılık, yüksek tansiyon.



Botanik Özellikleri: Yeşil çay ve siyah çay aynı ağacın ürünüdür. Aradaki fark çay yapraklarının işlenmesinden kaynaklanmaktadır.



Camellia Assamica ve Camellia Sinensis konik olarak büyüyen ağaçlardır. Boyları türüne göre 6-15 metre arasında değişir. Çay ağaçları 100 yıl yaşar. Çin’de yetişen çaya Camellia Sinensis, Hindistan’da yetişene ise Camellia Assamica adı verilmiştir. Bu çay bitkilerinden Japonya ikliminde ve toprağında yetişen ve yetiştiği çevreye uyum sağladığı için çok iyi ürün veren Camellia Japonica gibi birçok tür üretilmiştir. Günümüzde çay yetiştiricisi kendi çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan çayı seçme şansına sahiptir.



Çin’de yabani olarak yetişen subtropikal çay, kökünden itibaren dallanmaya başlar ve yavaş büyür. Toprak bakımından daha yetingendir. Hatta hafif dona dayanıklıdır ve az nemde de yaşamını sürdürür. Assam çayı tam bir tropikal bitkidir. Gelişebilmesi için güçlü güneş ışığına, sıcağa ve yüksek oranda neme ihtiyacı vardır.



Çay bitkisi yaz kış yeşildir. Yapraklarının toplanmasını kolaylaştırmak için devamlı budanarak boyu 120-150 cm arasında tutulur. Ne kadar fazla sulanırsa o kadar çok ürün verir. Yüksek nem gelişmesinin başlıca koşullarından biridir. Çin’de en iyi çay, tepeleri sürekli bulutlarla kaplı dağlarda yetişir. Bununla birlikte, çayın günde ortalama 4-5 saat güneşe ihtiyacı vardır.



Çin çayının yaprakları uzun, oval, koyu yeşil, parlak, kısa saplı ve kenarları ince dişlidir. Taze yaprakların altında çok ince, gümüş renkli parlak tüyler vardır. Hint çayının yaprakları daha büyük ve derimsidir. Çin çayından daha fazla ürün verir. Assam melezleri bol ürün verir, dayanıklıdır, hastalıklara ve zararlı böceklere karşı kendini daha iyi korur.



Çay ağacının çok güçlü kazık kökü toprağın 6 m derinliğine kadar iner. Suyunu ve gıdasını yetiştiği toprağa göre gelişen yan kökleriyle alır.



Nelerinden Yararlanılır: Yaprağından yararlanılır.



Toplanması ve Saklanması: Çay yetiştiği iklime göre, tüm yıl boyunca veya belirli dönemlerde toplanır. Çay sürgünlerinin ucundaki 3 yaprak, çay yaprakları üzerindeki çiğ kuruduktan sonra elle toplanır. Genellikle yaprağın biri tam açmadığı için toplanan çay yaprağı sayısı 2,5 olarak kabul edilir.



Yaprakların toplandıktan en geç 6 saat sonra fabrikaya götürülmüş olması gereklidir. Aksi halde kalitesinden kaybeder.



Siyah çay fermantasyon sonucu elde edilmektedir. Bu karışık ve çok özen isteyen bir işlemdir. Fermantasyon sürecinde çay yapraklarında oluşan kimyasal reaksiyon nedeniyle tanen maddesinin bir bölümü değişikliğe uğrar. Yeşil çay böyle bir işlemden geçirilmediği için içindeki tanen oranı daha yüksektir ve tadı daha buruktur.



Yeşil çayın rengim koruması ve yapraklarındaki enzimlerin sonradan fermantasyona başlamaması için yapraklar özel tavalarda ısıtılarak veya buharla içindeki enzimler tahrip edilir.



Çayın toplanması, depolanması ve paketlenip piyasaya sunulması arasında oldukça uzun zaman geçmektedir. Bu süre içinde çaydaki kimyasal reaksiyonlar devam eder. Toplandıktan sonraki üç hafta içinde çayın kalitesi daha da artar. Depolama süreci içinde çaydaki teaflavin ve okside olmamış flavonlar azalır, teinin suda çözünürlük özelliği artar.



En mükemmel paketlemede bile çay kalitesinde kayıp olmaktadır. Uzun süre depolanan çayda, özellikle aroma kaybı olur, büzücü gücü azalır. Bazen tadında arzu edilmeyen değişiklikler ortaya çıkar. Uzun süre depolama, çaydaki kateşin oranını da olumsuz etkiler. Çay hava ve ışık geçirmeyen cam, porselen veya tahta kaplarda ve serin yerlerde saklanmalıdır. Nemden çok iyi korunmalıdır.



Kokusu ve tadı: Siyah çay içmeye alışık olanlar için yeşil çayın tadı yavan, otumsu ve hafif acımsıdır. Yeşil çayın rengi sarıdır ve çaya özgü aroması yoktur. Siyah çay uzun süre demlendiğinde koyu kırmızı bir renk verir. Kendine özgü bir aroması vardır. Hafif buruktur. Her iki çay türü de uzun süre demlendiklerinde acılaşır.



Yan Etkileri ve Zararları: Bazı insanlar içinde tein bulunan içecek veya yiyeceklere karşı alerjik reaksiyon gösterir. İçin-, de tein olan kahve, kakao, siyah çay, kola, çikolata gibi içecekleri içtikten veya gıdaları yedikten bir saat sonra vücutlarının her tarafında kaşıntı başlar.



Yeşil çayın içinde de tein vardır, ancak hiçbir alerjik etki yapmamaktadır. Bundan teinin değil, bağlantılarının ve birleşimlerinin alerjiye neden olduğu sonucu çıkar. Her şeye rağmen içinde tein bulunan içecekler ve gıda maddelerine karşı dikkatli olunmalıdır.



Dikkat; Yeşil veya siyah çayla kesinlikle ilaç alınmamalıdır. Çayın ve alınan iiacın karşıt kimyasal etkileşiminden istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Ayrıca 7 dakikadan daha uzun süre demlenmiş çaydaki tanen mide ve bağırsaklardaki gözenekleri daralttığından Hacın bir bölümü emilmeden dışarı atılır.



Tein en çok birinci demde bulunduğundan, çocuklara çayın birinci demi dökülerek ikinci deminin verilmesi önerilmektedir.



içinde tein bulunan içecekler ara sıra uyumamak için içilebilir. Ancak bu yöntem kesinlikle uzun süre uygulanmamalıdır. Uyarıcı maddeleri uzun süre kullanmak hiçbir zaman sağlıklı değildir. Çayda ve tein içeren diğer tüm içeceklerde bulunan teofilin ve teobromin alkaloitleri, teinin uyarıcı gücünü artırır. Örneğin çay ve çikolata teinin uyarıcı gücünü ve canlandırıcı etkisini artırır. Tütünde bulunan nikotin de teinin gücünü artırır.



Çay ve ette yüksek oranda üre bulunmaktadır. Aşırı derecede et yemek ve çay içmek gut hastalığına, romatizmaya ve sinirsel bozukluklara neden olabilir. Gut hastalığı ve romatizması olanlar fazla çay içmekten ve et yemekten kaçınmalıdır. Özellikle çay ve eti bir arada, yüksek oranda tüketmemeli, siyah çay yerine ölçülü oranda yeşil çay içmelidirler. Peklik çekenler 3-4 dk demlenmiş çay içmelidirler. Demlenmenin 5. dakikasından itibaren tanen serbest kalır. Tanen büzücü olduğundan pekliği olumsuz etkiler.



Yemekle birlikte içilen çay, demirin vücut tarafından emilmesini önler, kansızlığa neden olur. Bu nedenle kahvaltıda ve yemeklerde çay içilmemelidir. Fazla içilen çok demli çay, insanların sinir sistemini olumsuz olarak etkileyebilir.



Aşırı sıcak yenen gıda maddelerinin ağız, yemek borusu ve mide kanserine neden olduğu uzun zamandan beri bilinmektedir. Aşırı sıcak içilen çay da ağız, yemek borusu ve mide kanseri riskini yükseltir.



Kullanma Biçimleri: Çay içten uygulanır.



Bitkiden Yararlanma Yöntemleri: Çay porselen veya cam kapta yapılmalıdır. Çayın yapıldığı kap deterjan veya sabunla değil, sıcak suyla yıkanmalıdır. Yeşil çay ve siyah çayın yapımı farklıdır. Suyun sertliği çayın aromasını ve tadını etkiler. Çay, sertliği az olan suda daha iyi demlenir. Suyun mineral oranı da düşük olmalıdır. Çay suyu kısa süre (yaklaşık 30 saniye) kaynatılmalıdır. Uzun süre kaynatılan su, çayın aromasını olumsuz etkiler. Klorlu sular ağzı açık kaynatılmalıdır.



3 dk demlenen çay uyarıcıdır. 7-10 dk arasında demlenen çay sakinleştirici dir. Bu etkiler çaydaki tein ve tanen maddelerinden kaynaklanmaktadır. Tanen 5. dakikadan itibaren serbest kalmaya başlar. 10 dakikadan sonra çay çok acılaşır.



Demlenmenin ilk 3 dakikasında çaydaki tein maddesi serbest kalır. Çaydaki tein canlandırıcı etkisini yavaş gösterir, ancak bu etki uzun sürer. Ayrıca teinin kan damarlarını genişletici özelliği vardır. Böbrekler üzerinde de etki yaparak idrar söktürücü rol oynar. Yeşil çayın üzerine kaynar su haşlanmaz. Çay suyu kısa süre kaynatılır, birkaç dakika beklenir, porselen veya cam bir kaba konur ve içine yeşil çay karıştırılır. Suyun sıcaklığının 70°C’den daha fazla olmamasına kesinlikle dikkat edilmelidir. Uyarıcı olarak 3 dk demlenir. Çay suyunun yumuşaklığı çayın tadını, aromasını ve içimini olumlu olarak etkiler.



Yeşil çayın kalitesine göre aynı çay birkaç kere demlenebilir. İkinci ve üçüncü dem daha çok sakinleştirici dir. Siyah çay demlemek için çay suyu kısa süre kaynatılır. Porselen veya cam kaba siyah çay konur ve üzerine kaynar su eklenir. Uyarıcı olarak 3-4 dk demlenir. 1 çay fincanı suya 2 g yeşil veya siyah çay konur. 1 litre suya ise 10-15 g çay konur. Bu yöntemle acılaşma önlenmiş olur. Şekersiz içilen 1 çay fincanı yeşil veya siyah çayda sadece 2 kalori vardır. İçine süt veya krema karıştırılan çayın aroması güçlenir. Çaydaki tein süt tarafından geçici olarak bağlanır, ancak bu bağlantı teinin mide epitel dokusunu tahriş etmesini önlemez.



Çay içine birkaç damla limon suyu veya bir dilim limon karıştırılarak da içilir. Limon çayın rengini açar ve aromasını değiştirir. Limonlu çay susuzluğu giderir. Ağız kurumasını önler.



Çay keyfi ülkeden ülkeye değişmektedir. Hatta aynı ülkenin değişik bölgelerinde bile çay içme alışkanlığı değişiktir.



Hindistan’da çay çok sütlü, tatlı, içine belirli baharatlar karıştırılan milli bir içecektir. İrlandalılardan sonra en çok çay içen İngilizler kişi başına ortalama günde 5 çay içer. Çay fincanının beşte birini soğuk olmayan sütle doldurur, üzerine sıcak çay koyar ve şeker karıştırırlar. İskoçlar çay fincanına bir kadeh viski ve şeker koyduktan sonra sıcak çay doldururlar ve son olarak da krema eklerler.



Rusya’da demliğe çok çay az su konur. Bu yöntemle çok koyu çay elde edilir. Demlikten bardağa konan çaya, ağız tadına göre sıcak su ve şeker karıştırılır. Buzlu çay için çay şoklanarak dondurulur ve dondurucuda saklanır. Her bardak için 4-5 g çay konarak demlenir. Bir bardağın üçte ikisi buzla doldurulur ve kaynar demli çay bu bardağa doldurulur. Arzuya göre şeker, limon, cin, konyak veya kampari de karıştırılır.



İçindeki Bazı Maddeler: Tein (%l,5-4 arasında), adenin, teofilin, teobromin, eterli yağ ve aroma maddeleri (300′den fazla), mineraller ve izleri (alüminyum, bakır, çinko, demir, flor, iyot, kalsiyum, manganez, potasyum), vitaminler (B, C, E, niasin, pantotenik a-sit), aminoasitler, diğer maddeler (selüloz %10, yağlar, üre, balmumu, saponin, lipoksigenaz, karoteno-id, flavonglikozit, flavonoidler (polifenoller). 5 çay fincanı çay (20 g çay) bir insanın günlük flor ihtiyacını karşılamaktadır. Çayın içindeki florun oranına göre bazen 5 çay fincanmdaki flor oranı ihtiyaçtan yüksek olmaktadır.



Tein ve kafein kimyasal olarak aynı maddelerdir. Çayın içindeki 400′den fazla maddenin birlikte yaptıkları etki henüz tam olarak bilinmiyor. Çin ve Japonya’da yapılan araştırmalarda 100 g yeşil çayda 9,36-12,9 g polifenol ve 1,82-2,94 g tein tespit e-dilmiştir. Tein oranının tüm çay toplama süresince aynı kalmasına karşılık, polifenol oranı ilk ve sonbaharda yükselmektedir. Tıbbi olarak reaksiyon göstermesi için günde 0,75-1,55 g polifenole ihtiyaç vardır. Normal olarak içilen yeşil çayla bu oranın alınmasının imkânsız olduğu ileri sürülmektedir.



REÇETELER



Ayakları Mantarlardan Koruyucu Banyo:




Adaçayı yaprak 50 g



Yeşil çay 25 g



6-7 g karışıma 2 litre kaynar su eklenir, ıo dk demlenip süzülür. Yatmadan kısa süre önce, ayaklar içinde 10-15 dk banyo yapılır. Çok iyi kurulandıktan sonra yumuşatıcı bir yağla masajlanabilir.



Bu banyonun başlangıç durumundaki mantarları yok ettiği de ileri sürülmektedir. Ancak bu uygulamanın uzun süre yapılması gereklidir.



Gaz Şişkinliği:



Rezene tohum 25 g



Yeşil çay 25 g



4 g karışıma 70°C, sıcak su eklenir 7 dk demlenir. Yemekten ı saat sonra içilir.



Menopoz:



Anason tohum 5 g



Civanperçemi çiçekli dallar 5 g



Lavanta çiçek 5 g



Meyan kök 5 g



Mürver çiçek 5 g



Peygamberçiçeği çiçek 5 g



Sığırkuyruğu çiçek 5 g



Tıbbi öküzgözü çiçek 5 g



Bahçe nanesi yaprak 10 g



Barut ağacı ağaç kabuğu 10 g



Kayışkıran Kokulu menekşe Çay kök çiçekli bitki yaprak 10 g 10 g 20 g



5 g karışıma 150 mi sıcak su eklenir, 15 dk demlenip süzülür. Sabahları 2 çay fincanı içilir.



Kısa Açıklamalar:



Çocuklar 5 yaşına kadar, yılda ortalama 5 kere ishal olurlar. Bu durumda çocuğun vücudu su ve birçok mineral kaybeder. Çocuğun mineral kaybı elektrolit eriyiklerle karşılanır. Ancak bu eriyiğin olmadığı durumlarda çaydan yararlanılır. 1 g (yarım çay kaşığı) siyah çaya 150 mi kaynar su eklenir. Tanenin suda yüksek oranda çözünebilmesi için 15 dk demlenir. Çaya üzüm şekeri veya normal şeker karıştırılabilir.



Thea Sinensis L., Thea Viridis L., Teae Bohea L., Camellila Thea Link, Camellia Theifera Griff çayın eski adlarıdır.



Eski Çin yazılarında çayın adı t’u, şe, ming, kia veya çuan olarak geçmektedir. Günümüzde Japonya ve Çin’de ç’a adı yaygın olarak kullanılmaktadır. Hintliler milli içkileri olan bu içeceğe chai (çay) der. Türkçe çay adı da doğu kökenlidir.



Çayın anavatanının Çin ve Hindistan olduğu kabul edilmektedir. Hindistan’da yetişen yabani çayın Çin’de yetişenden farklı olmasına iklim ve toprak farkının neden olduğu ileri sürülmektedir. Çin’de çay tarımı MÖ 3000 yılından beri yapılmaktadır. Bu dönemin krallarından Shen Nung çay içmenin insana sağladığı faydaları övmüştür. Çin’de çayla ilgili ilk kitap üç cilt olarak 780 yılında yazılmıştır. Lu Yü, bölgesinde yaşayan birkaç çay taciri tarafından çayın kökeni, insanların çay içme alışkanlıkları, çayın tarihi ve tedavi gücüyle ilgili bir kitap yazmakla görevlendirilmişti. Bu kitap sayesinde Lu Yü yıllar boyunca birçok kuşak tarafından çayın pîrî kabul edildi. Kitabı ölümünden yüzlerce yıl sonra bile Çin’de ve Japonya’da çayla ilgili en önemli kaynak sayıldı. Çin’de Sung döneminde (960-1280) çay insanların yaşamında önemli bir yer edindi.



Dostlara ve önemli misafirlere çay ikram etme alışkanlığı örf ve âdetlerde yerini sağlamlaştırdı. Bu tarihlerde de çay öncelikle kültürlü tabakanın içeceği olarak kaldı. Zamanla çay pişirme işi mükemmelleştirilerek bir sanat haline geldi. Çin imparatoru Hui Zong (İS 1101-1126) çayın tanınmasını destekledi, çayla ilgili Kuan ç’a Hin adlı bir eser yazdı ve yeni çay yetiştirme yöntemleri geliştirdi. Yeşil çayla ilgili ilk bilgiler 13. yüzyıldan itibaren başlar. Çay başlangıçta ilaç olarak kullanılıyordu, ancak 13. yüzyıldan sonra yavaş yavaş keyif verici madde olarak da içilmeye başlandı.



Çay Japonya’da ilk defa 522 yılında kullanılmıştır. Çay Japonlara gezgin Budist rahipler tarafından tanıtılmış, özellikle Zen Budistleri tarafından desteklenerek yayılması sağlanmıştır. Tarımı 805-806 yıllarında Japonya’ya getirilen çay tohumlarıyla başlatılmıştır.



Japon çay seramonisinin esaslarını düzenleyen çay ustası Riyu’dur (1521-1591). Bu seramoni günümüzde de uygulanmaktadır.



Avrupa’ya çay ilk kez 1610 yılında getirilmiştir. Ticareti ise 1638 yılından itibaren başlamıştır. Başlangıçta çay eczanelerde satılmış ve ilaç olarak kullanılmıştır. Dönemin tanınmış hekimleri içilmesini destekledikleri için çay çabuk yayılmıştır. 1700 yılından itibaren İngiltere’de günlük içecek olmuştur. 18. yüzyılın ortalarında İngiltere’de çay kahveden çok içiliyordu. İsveç’te ise 1756′da kahve ve çay içilmesi yasaklandı. İngilizler kendilerine birçok zorluk çıkaran Çin çay tekelinden kurtulmak için, 19. yüzyılda Çin çayını Hindistan topraklarında üretmeye başladılar. Aynı zamanda Assam çayını da geliştirdiler. Avrupa’da çayın iki ayrı ağaçtan toplandığı sanılıyordu. 1850 yılında çayın renginin farklı olmasının, çayın toplandıktan sonraki işlenme yönteminden kaynaklandığı açıkladı.



Eldeki kayıtlardan Türkiye’de ilk çay yetiştirme denemesinin 1888 yılında Bursa’da yapıldığı anlaşılmaktadır. Mudanya Kaymakamı Hasan Fehmi’nin 1892′de yayımlanan Coğrafyayı Sınaî ve Ticari adlı kitabında çay fidanlarının, dönemin ticaret bakanı es-bakı İsmail Paşa aracılığıyla Çin’den getirildiği yazmaktadır. Toprak ve iklimin çayın yetişmesine uygun olup olmadığı araştırılmadan yapılan bu girişim başarılı olmadı.



Çayın Türkiye’de yetiştireebileceği tezi ilk olarak 1917 yılında Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi müdür yardımcısı Ali Rıza Erten tarafından ileri sürülmüştür. Dönemin hükümeti tarafından görevlendirilen Ali Rıza Erten, Batum ve çevresinde narenciye ve çay yetiştirildiğini ve Rize ve çevresinin toprak ve iklim yönünden Batum’la özdeş özelliklere sahip olduğunu tespit etmiştir. Çalışmalarıyla ilgili 91 sayfalık rapor kitap olarak basılmıştır. Araya savaşın girmesi bu çalışmanın gerçekleşmesine engel olmuştur. Bundan sonraki girişim 1924 yılında gerçekleşmiştir. TBMM’nin 16 Şubat 1924′te çıkardığı bir yasayla Rize iliyle Borçka kasabasında narenciye, fındık ve çay yetiştirilmeye başlanmıştır.



Üreticiye yeterli bilgi verilmediğinden bu girişimden de sonuç alınamamıştır. Çay içme alışkanlığının halk arasında süratle yayılmaya başlaması Türkiye’de çay yetiştirme arayışlarının hızlanmasına neden olmuştur. 1933′te dönemin Ziraat Bakanı Muhlis Erkmen ve beraberindeki bilim insanlarından oluşan heyet Rize ve çevresinde yaptıkları incelemeden sonra bir çay yetiştirme programı hazırlamıştır. Zilini Derin 1937 yılında çay tarımının yerleşmesi ve geliştirilmesi için tam yetkiyle görevlendirilmiştir.